17 Haziran 2012 Pazar

GİRİŞ

GİRİŞ
İnsan, sonsuz büyüklükteki bir evrende yaşamaktadır. Gözünü açtığı andan itibaren milyonlarca ayrıntı ve denge üzerine kurulu olan bir dünyayla karşı karşıyadır. Aynı zamanda bu dünya üzerinde yaşamasını sağlayan, ona sayısız zevk ve mutluluk tattırabilecek bir bedene sahiptir. Bu bedenin mükemmel özellikleri sayesinde dışındaki dünyayı görebilir, duyabilir, tadabilir. 
Bu nedenle, hayatın, evrenin ve doğanın kaynağının ne olduğunu anlamak her insan için şarttır. Belki insanların büyük bir bölümü bu konu üzerinde düşünmeden, yalnızca küçük hesaplar peşinde koşarak, örneğin yalnızca yiyeceği yemeği ya da kazanacağı parayı düşünerek yaşar. Ancak hayatın anlamını düşünmeden, yalnızca bu tür geçici ve günlük konular üzerinde düşünerek yaşanan bir hayat, anlamsız bir hayattır. Çünkü insan ölümlüdür ve yemek, para, cinsellik gibi konuların hepsi ölümle birlikte önemsiz hale gelecektir. Ömrünü yalnızca bu tür konularla harcamış ve hayatın anlamı üzerinde düşünmeden yaşayıp-ölmüş olan bir insan ise, bir anlamda hayvanlara benzer bir hayat sürmüş olur.
Bu nedenle, insan onuruna yakışan tavır düşünmektir. Düşünmek; "Ben kimim?", "nasıl var oldum?", "içinde yaşadığım evren nasıl var oldu", "hayatımın amacı nedir?", "yaşamımı ve bana zevk veren milyonlarca farklı güzelliği kime borçluyum?" gibi sorular sormakla olur. 
Bu sorular üzerinde temiz bir akıl ve vicdanla düşünen insanı ise, Allah'ın varlığını kolaylıkla farkedebilir. Anlar ki hayat, evrendeki mükemmel dengenin kurucusu Allah tarafından yaratılmış, her canlı kendine has özelliklerle donatılarak özel tasarımla varedilmiştir. İlk insanı (Hz. Adem) yaratan Allah, onun soyundan tüm insan neslini üretmiştir.
Ancak modern çağın insanı, apaçık olan bu yaratılış gerçeğinin yanında, sözde ona alternatif olarak öne sürülen ikinci bir iddia ile karşılaşır. Buna göre, insan ve diğer tüm canlılar, bilinçli bir yaratılışın sonucunda değil, milyonlarca tesadüfün ard arda gelmesiyle var olmuşlardır. Bu iddianın adı, evrim teorisidir.
Ancak modern bilim göstermektedir ki, evrim teorisi alternatif bir varoluş açıklaması olmak bir yana, en ufak bir tutar yanı bulunmayan bir dogmatik inanıştan başka bir şey değildir. Bilimsel veriler, sürekli olarak evrim teorisinin iddialarının imkanszlığını göstermektedirler. 
Evrim teorisinin tüm bunlara rağmen bilimsel bir gerçek gibi tüm dünyada savunulmasının ardında ise, bazı siyasi ve sosyal hedefler yatar.
Bu kitapçıkta, evrim teorisinin bilim tarafından nasıl yalanlandığını ve buna rağmen hangi amaçlarla savunulduğunu inceleyeceğiz. Burada özet olarak değindiğimiz konular hakkında daha kapsamlı bilgi elde etmek isteyenler, Global Yayıncılık tarafından yayınlanan "Evrim Aldatmacası" isimli kitabımıza başvurabilirler.

EVRİM TEORİSİNİN ARKA PLANI


EVRİM TEORİSİNİN ARKA PLANI
Evrim Teorisi, bugün dünyayı etkilemekte olan diğer pek çok düşünce sistemi gibi, Avrupa'da doğmuş ve oradan diğer toplumlara propaganda yoluyla ihraç edilmiştir. Bu nedenle, bu teorinin hangi amaçla ortaya atıldığını ve neden sürekli olarak gündemde tutulduğunu anlamak için, Avrupa'da yaşanan büyük değişime biraz değinmekte yarar var.
Avrupa, Ortaçağ boyunca din tarafından yönetilen toplumlardan oluşuyordu. Din, insanların en büyük yol göstericisi olarak kabul ediliyordu. İnsanlar, kendilerinin ve içinde bulundukları evrenin Allah tarafından yaratıldığına ve yine O'nun tarafından yokedileceğine, ölümün ardından da O'na hesap vereceklerine inanıyorlardı. Toplum düzeni, bu inanç üzerine, yani insanın ve evrenin "yaratılmış" olduğu gerçeğine dayanarak kurulmuştu.  

Ancak Ortaçağ Avrupası, her ne kadar üstte sayılan doğruları içerse de, pek çok yanlışı da içinde barındırıyordu. Bir kere, "din" denilen şey, Allah'ın insanlara verdiği gerçek ve orijinal din (Hak Din) değildi. Dinin içine pek çok yabancı unsur karışmıştı. Dinin saflığının bozulması, taassubun doğmasına yol açmıştı. Kilise'nin tutucu ve dar görüşlü bazı yönleri vardı. Ayrıca dinin içine pek çok hurafe karışmıştı ve bu hurafeler de doğal olarak akla uygun gelmiyordu. İnsanlar, biraz da Kilise'nin baskısıyla, hurafelerle karıştığı için akılcı olmayan, insan ruhuna bazı yönlerde ters düşen bu dini biraz zorlanarak da olsa kabul ediyorlardı. Ancak bu durum böyle süremezdi. İki ihtimal vardı, birincisi, dinin, içine sokulan hurafelerden temizlenmesi ve saf İsevi (H. İsa'dan gelen) geleneğine dönülmesiydi, ki bu Avrupa'nın gerçek kurtuluşu olurdu. İkinci ihtimal ise, dinin tamamen reddedilmesiydi, ki bu Avrupa'nın felaketi anlamına gelirdi.
15. yüzyılda başlayan ve 19. yüzyılda zirveye çıkan bir değişim süreci sonucunda ikinci ihtimal gerçeğe dönüştü ve Avrupa dini terketti.
Ancak bu değişim kendi kendine olmamıştı. Avrupa'yı birinci seçeneğe yönelmekten, yani dini hurafelerden temizlemekten alıkoyan ve onu ikinci seçeneğe, yani dini tamamen reddetmeye yönelten bazı önemli etkenler vardı. Bu etkenler, Avrupalı toplumlar içinde var olan bazı toplum kesimleriydi. Bunlar, dini kendi çıkarları açısından çok büyük bir rakip olarak görüyorlar ve dini düzenin ne olursa olsun yıkılmasını istiyorlardı. Özellikle ticaret yoluyla gittikçe zenginleşen kesimler ve yahudiler gibi Katolik Kilise ile felsefi olarak uyuşamayan topluluklar, kendi çıkarlarını Avrupa'nın dinden kopmasında gördüler. Ancak bu şekilde daha çok kâr edebilecekleri ve güçlenebilecekleri bir düzen kurulacağına inanıyorlardı. Örneğin Avrupa'nın Katolik Kilisesi'nin kurduğu düzen nedeniyle faiz kullanmayan bir toplum olması, faiz yöntemini kullanarak kârlarını artırmak isteyen bu kesimlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Bu nedenle faizi haram sayan Katolik Kilisesi'ne karşı, ticari sınıflar ve yahudiler gibi "düzen karşıtı" güçler tarafından desteklenen Protestan akımı, faizi serbest bıraktı. Sözkonusu Protestan akımı, dindeki dejenerasyonu daha da artırdı ve Katolik Kilisesi'ne karşı çıkan yeni güçler tarafından desteklenen alternatif bir din oldu: "Dünya işlerine" fazla karışmadığı ya da bu işleri sözkonusu güçlerin istediği şekilde düzenlediği için Protestanlık, uygun bir din modeli olarak görülmüştü.
Ancak Katolik Kilisesi'yle din-dışı bir düzeni savunan bu yeni güçler arasındaki çekişme sürdü. Zamanla bu çekişme, büyük bir savaşa dönüştü. Kilise, bu yeni güçlere karşı koymak için, Avrupa toplumlarını dine çağırıyor ve bir düzenin meşruiyet sağlamasının ancak din ile olabileceğini söylüyordu. Buna göre, madem tüm insanlar Allah'ın kuluydu ve tüm dünya da O'na aitti, öyleyse dünya üstündeki düzen de O'nun bildirdiği (vahyettiği) şekilde olmalıydı.
İşte bu aşamada, daha çok kâr ve daha büyük güç peşinde koşan yeni güçler, anladılar ki, insanları dinden koparmadıkça, onlara istedikleri düzeni kabul ettirmek mümkün değildir. İnsanlar, kendilerinin Allah tarafından yaratılmış olduklarını ve yol göstericilerinin de Allah olduğunu kabul ettikleri sürece, bu yeni güçlerin teklif ettiği din-dışı hayat tarzını ve toplum düzenini kabul edemezlerdi.
Bunun için de, yalnızca Kilise'yi değil, dinin bizzat kendisini ortadan kaldırmalıydılar. 
 
DİNE KARŞI SAVAŞ
Nitekim öyle de oldu. Özellikle 17 ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan düşünürler, dinin toplumdaki etkisini azaltacak ve insanları dinden uzaklaştıracak sistemler ürettiler. İngiltere, Almanya ve en son da Fransa'da gelişen ve adına "Aydınlanma" düşüncesi denen akım, Avrupa insanlarını dinden uzaklaştırdı ve onlara "Allah'a rağmen", yani Allah'ın vahyini gözardı ederek bir dünya kurulabileceğini telkin etti. Bu düşünce, Fransız Devrimi ile birlikte zirveye ulaştı ve Kilise'ye karşı da büyük bir güç kazandı.
Ancak az önce de belirttiğimiz gibi, Aydınlanma denen bu yeni akım, kendiliğinden oluşmamıştı. Tam tersine, Kilise'nin gücünü yok ederek kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurmak isteyen güçler bu yeni din-dışı düşünceyi oluşturmuş ve topluma kabul ettirmişlerdi. Bu din-dışı güçler, bu iş için gizli bir örgüt bile kurmuşlardı: Avrupa'nın katolik Kilisesi'ne düşman olan tüm elit tabakasını bir araya toplayan bu gizli örgüt, masonluktu. 1700'lü yılların başında ilk kez İngiltere'de varlıklarını dünyaya ilan eden ve ardından kısa sürede tüm Avrupa'ya yayılan mason örgütü, Katolik Kilisesi'ne karşı yürütülen mücadelenin bir numaralı lideri olmuştu. Kilise'ye karşı olan yahudilerle de yakın ilişki kuran ve onların desteğini arkasında bulan masonluk, bilindiği gibi, Aydınlanma akımında ve onun doğal sonucu olan Fransız Devrimi'nde lider rol oynadı. Masonların bu Kilise ve din karşıtı çizgisi o kadar belirgindi ki, , Papa XIII. Leo yayınladığı Humanum Genus adlı ünlü bildiride yeryüzünde dinin en büyük düşmanının bu örgüt olduğunu ilan etmişti. Papa, sözkonusu deklerasyonda, masonların Kilise'ye karşı büyük bir nefret içinde olduklarını ve en büyük amaçlarının tüm dini kurumları yok etmek olduğunu bildiriyor ve bir hıristiyanın asla mason olamayacağını duyuruyordu. Masonların yeryüzünde "şeytanın krallığı"nı kurmaya çalıştıklarını söyleyen Papa, tüm insanları da bu tehlikeye karşı uyarıyordu.
XIII. Leo, bir başka fermanında yahudilere de dikkat çekmiş ve yahudi önde gelenlerinin de masonlukla işbirliği yaparak Kilise'ye karşı sistemli bir mücadele yürüttüklerini söylemişti. Sözkonusu ferman, Katolik Kilisesi'nin resmi yayın organı olan Civilta Cattolica adlı aylık gazetede yayınlandı. Papa, Civilta Cattolica'nın 1881'de yayınlanan 32. sayısında, "yahudilerin Kilise'ye karşı büyük bir nefret" duyduklarını ve "yeryüzünde huzursuzluk ve fesad çıkarmaya" çalıştıklarını ilan etti. Aynı gazetenin 34. sayısında ise, "Fransa'yı masonların yönettiği" ve "masonların kontrolünün de aslında yahudi liderlerin elinde olduğu" yazıldı. Papanın yayın organı, daha pek çok sayısında aynı konulara dikkat çekti
Ancak Katolik Avrupa düzenine en az kendileri kadar düşman olan yahudilerden büyük destek alan (yahudilerin özellikle ekonomik yönden büyük bir gücü vardı) masonlar, Katolik Kilisesi'ne karşı giriştikleri savaştan galip çıktılar. Bu da büyük ölçüde, az önce de belirttiğimiz gibi, din-dışı düşüncenin Avrupalı toplumlara kabul ettirilmesi ile oldu. Din-dışı düşüncenin dine karşı kazandığı galibiyetin en açık örneği ise Fransız Devrimi'ydi: Devrimle birlikte binlerce din adamı öldürülmüş, dini kurumlar tahrip edilmişti. Devrimden sona iktidara gelen güçlerin ortak özelliği ise, toplumu mümkün olduğunca dinden koparmak oldu. Fransız Devrimi'nin en önemli boyutunu oluşturan bu din-karşıtı ve din-dışı akım, kısa süre sonra tüm Avrupa'ya ihraç edildi.
Masonların ve yahudi önde gelenlerinin başını çektiği Kilise karşıtı ittifak, Papa otoritesine son büyük darbeyi de yine elbirliğiyle vurdu. 1870 yılına dek Orta İtalya'da varlığını sürdüren Papa Devleti, Mazzini, Garibaldi ve Cavour gibi üç büyük "üstad mason" tarafından yıkıldı. Böylece Kilise'nin otoritesi tamamen yıkıldı ve Papa devleti, bugünkü Vatikan'ın ufacık sınırına sıkıştırıldı. Mazzini'ye ve diğer mason dostlarına en büyük desteği ise, İtalya'nın Rosselli ve Nathan adlı zengin yahudi hanedanları vermişti.
Böylece 19. yüzyılda, Avrupa'daki dini düzenden rahatsız olan güçler, bu düzeni yıkmışlar ve yerine kendi çıkarlarına uygun bir düzen yerleştirmişlerdi. Bunun için de Avrupalı toplumlar, dinden koparılmış ve din yerine yeni kıstasları yol gösterici olarak kabul etmeye başlamışlardı.
Kısacası, Avrupalı insanları, dini içine sızmış olan hurafelerden arındırmak yerine, onu tümden reddetmeye iten süreç, bazı güç odakları tarafından yönlendirilmişti. İnkar (yani Allah'ı ve ahireti tanımama), yalnızca insanların kendi başlarına sapmalarından değil, büyük ölçüde güç odaklarının telkinlerinden kaynaklanmıştı.
Bu genel bir kuraldır: Kuran da bu konuya dikkat çekmekte ve insanların inkara yönelmelerinin ardında "müstekbirlerin" (Allah'a karşı büyüklenen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran önde gelen inkarcılar) kurdukları "hileli düzen"lerin de yattığını bildirmektedir. Ayette bildirildiğine göre, bu "müstekbir"lere uyan halk, ahirette onlara "...siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz..." (Sebe, 33) diye seslenecektir.
İnkar kendi kendine oluşmamış, güç odakları tarafından üretilmişti. Evrim Teorisi'ne kadar uzanan dinden kopma sürecinin arkasında yatan sır işte buydu.

TEORİNİN ORTAYA ATILIŞI

TEORİNİN ORTAYA ATILIŞI
Dini düzenden rahatsız olan güç odaklarının oluşturdukları din-dışı akım 19. yüzyılda zirveye ulaştı. Bu yüzyılın özelliği, materyalist, pozitivist ve determinist görüşlerin büyük bir kabul görmesidir. 
Materyalizm, tek gerçek varlığın madde olduğunu ve maddeden başka da hiçbir şeyin var olmadığını öne süren düşünce sistemiydi. Buna göre, madde ezelden beri vardı ve sonsuza kadar da var olmayı sürdürecekti. Dolayısıyla Allah'ın varlığı ve mevcut varlıkları yarattığı gerçeği reddediliyordu. Bu durumda tüm insan hayatı madde üzerine kuruluyordu ve "mana"nın hiç bir önemi kalmıyordu. İnsanlar yalnızca ve yalnızca daha çok tüketmeyi, daha çok maddeye sahip olmayı ister hale geliyorlardı. Hayatın tek anlamı ve değeri maddi güç, yani paraydı. Bu durum, maddi gücü elinde bulunduran ve bu güç sayesinde de kendisine itaat edilmesini isteyen güç odakları için oldukça elverişliydi şüphesiz. Böylece başını masonluğun çektiği güç odakları, aynı kendi kavmine "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?" (Zuhruf, 51) diye seslenerek itaat isteyen Firavun gibi bir otorite elde edeceklerdi. 
Pozitivizm ve determinizm de materyalizmin doğal birer sonucuydular. Pozitivist düşünce, yalnızca bilim yoluyla ispat edilen şeylerin gerçek ve var olduğunu iddia ediyordu. Determinizm ise, yaşanan tüm olayların maddeler arasındaki ilişkilerin birer sonucu olduğunu, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde tüm evrenin mekanik bir biçimde işlediğini sanıyordu. Bu durumda kuşkusuz kaderin varlığı, yani olayların Allah'ın iradesine göre işlediği gerçeği anlaşılamazdı. Avrupa, bu düşüncelerin kabul görmesiyle birlikte, dinden kopmanın en uç aşamasına vardı. 
Ancak bu tür düşünceleri insanlara gerçekmiş gibi sunarak onları dinden koparan güç odakları için bir ihtiyaç doğmuştu. "Madde ezelden beri vardır, her şey maddedir ve tüm olaylar maddenin kendi kurallarına göre işler" demekle, evrenin her noktasında kendini gösteren yaratılış gizlenemiyordu. Canlılar dünyasının nasıl varolduğu, nasıl bu denli mükemmel bir denge üzerine oturduğu açıklanamıyordu. İnsanın nasıl olup da var olduğu, nasıl bir göze, kulağa sahip olduğu vs. izah edilemiyordu.
Aslında bunlar, yazının başında da değindiğimiz gibi, hiç bir şekilde "yaratılmamışlık" temeli üzerinde açıklanamazdı. Bir fabrikada üretilmiş olduğu her halinden belli olan bir arabanın "kendi kendine" oluştuğu gibi akıl dışı bir iddia nasıl ispatlanamazsa, tümü yaratılmış olan evrenin kendi kendine ya da "tesadüfen" oluştuğu gibi saçma bir iddia da asla ispatlanamazdı. 
Ama din-dışı düzeni kuran güç odakları, ne yapıp yapıp canlıların nasıl oluştuğu sorusuna din-dışı bir cevap bulmak zorundaydı. Bu cevap, kuşkusuz doğru bir cevap olmayacaktı, ancak insanlara doğru gibi gösterilebilirdi. Yani bu cevap, kesinlikle delilli ve ispatlı bir cevap da olmayacaktı, ancak insanlara öyleymiş gibi sunulabilirdi. Sonuçta önemli olan insanların "dini önyargılardan" kurtarılmasıydı (!); bu iş nasıl olursa olsun yapılmalıydı. 
İşte Evrim Teorisi bu ihtiyacı karşılamak üzere ortaya atıldı. Amaç, canlıların "yaratılmamış" olduklarını ispatlamaktı. 
Bu akılsızca iddianın zekice bir türü olan teori, tüm canlıların ilkelden gelişmişe doğru birbirinden evrimleşerek var olduğunu ortaya atıyordu. Buna göre, önce tek hücreli canlılar oluşmuştu. Sonra suda yaşamın ilk örnekleri, ilk balıklar var olmuştu. Sonra günlerden bir gün, bu balıklar yürümek istemiş (!) ve karada yaşamaya başlamışlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, solungaçları akciğere, yüzgeçleri de ayaklara dönüşmüştü!... Daha sonra bazı hayvanlar uçmak istemiş ve kanat sahibi olmuşlardı!... Hikaye böyle devam ediyor ve en son da maymunların insana dönüştükleri gibi çarpıcı bir iddiayla son buluyordu. Yani insanlar, Allah'ın yarattığı Hz. Adem ve eşinden başlayarak çoğalmamış, maymunlardan evrimleşmişlerdi. Kısacası, "yaratılmamış"lardı!..
Evrim'i ortaya atan kişilerin (önce Lamarck, sonra Darwin) yaptıkları aslında şuydu: Mutlaka ve mutlaka canlıların "yaratılmamış"olduklarını ispatlayan bir teori geliştirmeye çalışıyorlardı. Bunun için de düşünüp-taşınmış ve sonunda, birbirine benzeyen canlıların birbirinden evrimleştiği gibi bir iddia atmışlardı ortaya. Ayrıca "hayat şartları"nın hayvanları evrimleşmeye zorladığını da iddia etmişlerdi. Örneğin Lamarck, zürafaların boyunlarının uzun olmasını, ağaçların üstündeki yapraklara uzanmak istemelerinden kaynaklandığını iddia etmişti. Buna göre, nesiller boyunca zürafaların boyunları santim santim uzamıştı. Bu iddia görünüşte zekice bir iddiaydı, ancak gerçekte bir safsataydı. Çünkü bir süre sonra anlaşılmıştı ki, hayvanlar "hayat şartları" nedeniyle kazandıkları özellikleri bir öteki nesle aktarmıyorlardı. Yani bir zürafa kendisini zorlayarak boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğan yavrusunun boynu yine standart ölçülerde oluyordu.
Ama Lamarck'ın bu teorisinin yanlış olduğunun anlaşılması, Evrim Teorisi'nin ateşli taraftarlarının hızını kesmedi. Bu kez Charles Darwin çıktı ortaya. 1859 yılında yazdığı On The Origin of Species by Means of Natural Selection (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını "Doğal Seleksiyon" teorisi ile açıklamaya kalktı. Doğal Seleksiyon, doğal ortama ayak uyduramayan zayıf canlıların yok olması, bu ortama ayak uyduran güçlü canlıların da türlerini devam ettirmesine dayanıyordu. Darwin, Lamarck'ın kazanılmış özelliklerin (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle aktarılması tezine doğal seleksiyonu da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştı.
Ancak zamanla Darwin'in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıktı. Lamarck'ın kalıtım ile ilgili teorileri kökten yanlış olduğu DNA'nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştı. Doğal seleksiyonun ise, yeni bir tür yaratmaya yetmeyeceği görüldü: Bu sistem, bir canlı türü içinde en güçlü olanını seçip yaşatabilirdi, ancak yeni bir tür oluşturamazdı. Örneğin doğal seleksiyon sayesinde, sürüngen türleri içinde en güçlü olanlar kalabilir ve diğerleri yok olabilirdi, ancak asla ve asla sürüngenler sözgelimi kuşlara dönüşemezdi.
Ancak Evrimciler yine pes etmediler. Bu kez Neo-Darwinizm çıktı ortaya. Bu yeni Evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının mutasyonlara dayandığı şeklindeydi. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA'sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürdüler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başladı: Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozuyordu, yeni DNA kodları üretmiyordu. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları köreliyor ya da yer değiştiriyordu. Fakat yeni bir organın oluşması mümkün değildi. Üstelik mutasyonların tamamına yakını zararlıydı. Bu nedenle de mutasyon tezi, Evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kaldı.

EVRİM'İN ARDINDAKİ HEDEF

EVRİM'İN ARDINDAKİ HEDEF
Evrim Teorisi'nin geçirdiği süreç bize önemli bir şey göstermektedir: Evrim, bilim adamlarının araştırmaları sonucunda farkettikleri bir gerçek değildir. Bilim çevrelerinin büyük bir bölümü, Evrimin varlığına önce inanmakta, sonra da bunu ispatlamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ortaya attıkları Evrim modelleri bir bir çürük çıkmakta, ancak yine de bu teoriyi savunmaktan vazgeçmemektedirler. 
Bu durumun en ilgi çekici örneklerinden birini, Türkiye'deki en ünlü Evrimcilerden biri olan Prof. Dr. Ali Demirsoy'un Kalıtım ve Evrim adlı kitabında yazdığı ilginç mantıklarda görebiliriz. Demirsoy, Evrim'in en büyük çıkmazı olan Organik Evrim'in en önemli aşamasının, yani bir proteinin "tesadüfen" oluşmasının imkansız olduğunu itiraf etmekte, ancak "doğaüstü güçler"in (Allah'ı kastediyor) varlığını kabul etmektense, bu imkansız mantığı kabul etmenin daha "bilimsel" olduğunu söylemektedir:
Özünde bir Sitokrom-C'nin (canlılığın oluşması için şart olan enzim) dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.1
Ali Demirsoy'un dediğine göre, bir "bilimsel amaç" vardır: Ve bu amaç, ne olursa olsun, canlıların yaratılmış olduklarını reddetmeyi gerektirmektedir. Canlıların yaratılmış olduklarını kabul etmektense, Demirsoy ve benzerleri, sıfır olasılık taşıyan tesadüfleri kabul etmeyi tercih etmektedirler. Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:
... Sitokrom-C'nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır.2
Bu satırlarda anlatılan mantık bize şunu gösterir: Evrim bilimsel bir amaç için savunulmamaktadır. Demirsoy"un "bilimsel amaç" dediği şey, gerçekte bilimsel değildir. Çünkü bilimin genel tanımına göre, bilimadamı, önceden doğru olduğunu kabul ettiği bir şeyi ispatlamak için değil, doğru olanı bulabilmek için yola çıkar. Oysa Evrim'e gelince bunun tam tersi bir durum ortaya çıkmaktadır: Evrim, her ne olursa olsun ispatlanmaya, doğruluğu kabul ettirilmeye çalışılan bir tür inanç haline gelmiştir.
Bu durumda kolaylıkla şu sonuca varabiliriz: Evrim, "bilimsel" amaçlar için değil, siyasi amaçlar için savunulmaktadır. Bir başka deyişle, Evrim, bazı güçlerin çıkarlarına uygun bir tür ideolojidir ve bu nedenle, ne olursa olsun savunulmaktadır. Evrimden asla vazgeçmeyen ve tüm kariyerini bu kuru teoriyi ispat etmek için kullanan bilimadamları da, sözkonusu güçlerin birer üyesidirler ya da bu güçler adına çalışmaktadırlar. Evrimin öncülüğünü yapan bu bilim adamları, onlardan ve akademik çevrelere özenle yerleştirilmiş olan Evrimci "resmi ideoloji"den etkilenen diğer pek çok bilimadamı tarafından da izlenmektedir. 
Peki acaba Evrim, hangi siyasi amaçlara hizmet etmekte, hangi çıkarları korumaktadır? Hangi güçler, kendilerine sağladığı bu çıkarlar karşılığında Evrim'i sürekli olarak ayakta ve gündemde tutmaya çalışmaktadırlar?

EVRİM VE İDEOLOJİLER

EVRİM VE İDEOLOJİLER
Az önce Avrupa toplumlarının dinden kopuş sürecinden söz ederken, bu sürecin ardındaki bazı toplumsal güçlerden söz etmiştik. Bu güçler, dini esaslar üzerine kurulu olan Avrupa düzenini kendi çıkarlarına aykırı bulmuş ve bu nedenle de bu düzenin değişmesine öncülük etmişlerdi. Dini düzeni yıkmanın yolu ise, toplumların dinden kopmasından geçiyordu. Böylece dini otoritenin güç kaynağı kesilmiş olacaktı. Dinden kopmuş bir toplum, doğal olarak dini otoriteye bağlı kalmaya devam edemezdi. Bu din-dışı toplum, din-dışı otoriteleri kolayca meşru birer yönetim olarak kabul edebilirdi. 
Avrupa'nın dinden kopmasına öncülük eden bu güçler (yeni zenginler, yahudiler ve mason örgütlenmesi altında toplanan tüm din-karşıtı unsurlar), dinin toplum hayatından çıkarılmasıyla doğan boşluğu da ustaca doldurdular: Din yerine, sözkonusu güçler tarafından geliştirilen ideolojiler Avrupalı toplumların (daha sonra da tüm dünyanın) önüne sunuldu. 
18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda olgunlaşan bu ideolojileri üç temel sınıfa ayırabiliriz: Liberal kapitalizm, sosyalizm ve faşizm. Bu ideolojilere baktığımızda ilk dikkati çeken, hepsinin, birbiriyle çatışan tarafları olmasına rağmen, temel bir noktada buluşuyor olmalarıdır: Sözkonusu ideolojilerin hepsi de, dinin toplum hayatından dışlanması, dini otoritenin gücünün ortadan kaldırılması konusunda hemfikirdirler. Bu nedenle hepsi de Aydınlanma felsefesinden kaynaklanan maddeci (materyalist) dünya görüşünü kabul ederler. 
Çünkü bu ideolojilerin hepsi, dini düzeni yıkan din-dışı güçlerin etkisi altında doğmuş ve gelişmiştir. Kilise'nin otoritesini yıkan ve masonluk çatısı altında örgütlenen din-dışı güçler, bu ideolojilerin hepsinin gelişiminde en önemli rolü oynamışlardır. Kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerin ideologlarının arasında, masonların ve yahudilerin sayısı dikkat çekici bir biçimde kabarıktır.
Ancak hepsi de din-dışı bir dünya görüşünü savunan bu ideolojiler, kitapçığın başında da belirttiğimiz gibi, tutarlı bir temel sahip değildiler. Çünkü hepsi de Allah'ın varlığını tanımayan ya da gözardı eden düşüncelerdi. Hepsi, evreni ve canlıları "yaratılmamışlık" temelinde açıklamaya çalışmıyorlardı. Ve yine başta belirttiğimiz gibi, böyle bir şey mümkün olamazdı: Ne evrenin, ne de canlıların "yaratılmamış" olduklarını savunacak tutarlı bir iddia ortaya atılamazdı. 
Ancak yine önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, bu konuda tutarlı bir düşünce öne sürülemezdi, ancak insanlara tutarlıymış gibi gösterilen düşünceler sunulabilirdi. Canlıların "yaratılmamış" olduklarını iddia eden ve binbir zahmetle doğru ve tutarlı bir düşünceymiş gibi tanıtılan Evrim, tam bu anda ideolojilerin imdadına yetişmiştir. Özellikle dinden tümüyle kopmuş olan iki büyük ideoloji ve sistem, yani kapitalizm ve sosyalizm için, Evrim, adeta bir kurtarıcı olmuştur. Bu nedenle, her iki ideolojinin de kurmayları teorinin topluma kabul ettirilmesinin önemi üzerinde dururlar. 
Kuşkusuz Mason örgütlenmesi, Evrim Teorisi'nin topluma kabul ettirilmesi konusunda en çok uğraşan güçtür. Masonluğun Evrimci çizgisi, Türk Masonlarının yayın organlarına da yansımıştır. Mason Dergisi, Evrim'in en önemli işlevini şöyle açıklıyor: 
Darwin'in Evrim kuramı doğada oluşan pek çok olayın Tanrı işi olmadığını gösterdi.3 Bir başka "mason dergisi" olan Mimar Sinan ise " Bugün artık en uygar ülkelerden, en geri kalmışlarına değin tek geçerli bilimsel kuram Darwin'in ve onun yolunu izleyenlerinkidir" diyor ve Yaratılış'ı bir "efsane" olarak nitelendirerek devam ediyor: "...ama kilise de batmadı, diğer dinler de. Yine dinsel öğreti olarak kutsal kitaplardaki Adem ile Havva efsanesi öğretiliyor." 4
Evrim Teorisi'nin, "dini efsaneler" (!) için sözde tek alternatif olduğunun böylece farkına varan masonlar, bu teorinin propagandasının yapılmasını da başlıca görevleri arasında kabul ediyorlar. Mason Dergisi, Aralık 1976 sayısında, sözkonusu "masonik görev"i şöyle ifade ediyor:
Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev; olumlu (pozitif) bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun Evrim'de en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. 

Masonların bu denli üzerinde durdukları ve topluma kabul ettirmeyi kendilerine "görev" olarak kabul ettikleri Evrim, doğal olarak Kapitalist sistemin ve ona bağlı ideolojilerin bir numaralı dayanağıdır. Çünkü dini değerlere tamamen ters düşen kapitalist ahlak, ancak Allah'ın hükümlerinin tanınmadığı bir toplumda yerleşebilir. Kapitalizmin kuruluşunda ve gelişiminde büyük rolü olduğuna kuşku olmayan Mason örgütlenmesinin Evrim'i savunmasının bir nedeni budur. 

Masonluğun bir diğer din-dışı ideolojinin, yani sosyalizmin gelişimindeki katkısı da kuşkusuz Evrim Teorisi'ni gündeme getirmiştir. Evrim, sosyalizmin, özellikle de kendini "bilimsel sosyalizm" olarak nitelendiren Marksizm'in de en büyük dayanaklarından biridir. Sözkonusu ideolojinin kurucuları, Evrim Teorisi'ni düşüncelerinin temeli olan "diyalektik materyalizm"in ispatı olarak gördüklerini, canlıların diyalektiğini bu teori üzerine bina ettiklerini açıkça ifade etmişlerdir. 

Örneğin Marks, 16 Ocak 1861'de Lassalle'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihte sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor.5 Marks, Engels'e yazdığı 19 Aralık 1860 tarihli mektubunda ise, Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı için "bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap işte budur" ifadesini kullanmıştı.6
Engels ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle belirtmişti:
Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Darwin'in adı anılmalıdır.7 Dolayısıyla Marx'ın, Engels'in ve sayısız diğer materyalistin benzer ifadelerinden anlaşılacağı gibi, Evrim Teorisi materyalizmin bel kemiğidir.
Evrim, kuşkusuz faşizm ve ırkçılık için de önemli bir dayanak oluşturdu. Bir ırkın diğerlerine üstün olduğu gibi bir safsatayı "ispatlamaya" çalışan ırkçı düşünürler, 19. yüzyılda Darwin kuramına dört elle sarıldılar. Darwin'in, canlıların evrim süreci içinde gelişerek var oldukları ve dolayısıyla bu süreçte geçirdikleri aşamalara göre bir hiyerarşi içinde bulundukları iddiasını, bu kez toplumlara uyguladılar. "Sosyal Darwinizm" adı verilen ve Evrim'in yeni bir uyarlaması olan bu teoriye göre, bazı ırklar, Evrim süreci içinde daha iyi gelişim göstermişler ve "bilimsel" bir biçimde diğer ırklara üstünlük sağlamışlardı. "Beyaz adam"ın diğer ırklara üstün olduğu iddiası böylece kendine sözde bilimsel bir dayanak buldu. 19. yüzyıl sömürgecileri, bu teori ile yaptıkları sömürüyü meşrulaştırmayı denediler.
Böylece, Evrim Teorisi, din-dışı tüm ideolojilerin kaynağı haline geldi. Kapitalist, sosyalist ya da faşist ideolojilerin savunucuları, aralarındaki tüm farklara rağmen, Evrim Teorisi'ne ve onun ispatlamaya çalıştığı "yaratılmamışlık" iddiasına sahip çıktılar. Çünkü bu teori sayesinde dine karşı tutarlıymış gibi gözüken bir alternatif bulmuş oluyorlardı. Bu teoriden öylesine yararlandılar ki, sonunda onu bizzat dine de uygulamaya kalktılar.
Canlıların varlığını din-dışı bir temelde sözde açıklayan teori, dinin varlığını da din-dışı bir temelde açıklamaya kalktı: Buna göre, din, Allah'ın insanlara gösterdiği yol değildi: Din, insanların toplumsal gelişim süreci içinde kendi kendilerine uydurdukları bir inançtı. "Dinlerin Evrimi" adı verilen bu teoriye göre, din ilk olarak ilkel toplumlarda tabiat güçlerine tapınma şeklinde başlamış, ardından putatapıcılığa dönüşmüş, son olarak da tek-ilahlı büyük dinler doğmuştu. 

Kısacası Evrim, din-dışı dünyanın geliştirdiği tüm ideolojilerin temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu dünyanın önde gelen tüm kişi ve kurumları, bu teoriyi topluma kesin bir gerçekmişçesine kabul ettirmek durumundadırlar. Aksi takdirde, kendilerini yaratanın Allah olduğunun gerçekten farkına varan ve dolayısıyla da yalnızca O'na karşı sorumlu olduklarının bilincine ulaşan insanlar, sözkonusu ideoloji ve sistemleri tanımayacaklardır. Bu nedenle Evrim'in topluma kabul ettirilmesi, din-dışı dünyanın "olmazsa olmaz" şartıdır
Ve yine bu nedenle, bir yüzyılı aşkın bir zamandır, hem dünyada, hem de ülkemizde Evrim, sistemli bir kampanya ile topluma kabul ettirilmeye çalışmaktadır.

EVRİM'İN SÖZDE DELİLLERİ VE BİR TÜRLÜ BULUNAMAYAN FOSİLLER

EVRİM'İN SÖZDE DELİLLERİ VE BİR TÜRLÜ 
BULUNAMAYAN FOSİLLER
Şimdiye dek incelediğimiz tüm nedenlerden dolayı, mason kaynaklarının da açıkça söylediği gibi, Evrim, din-dışı güçlerin mutlaka ve mutlaka topluma kabul ettirmek zorunda oldukları bir düşüncedir. Mason Dergisi'nin özenle vurguladığı gibi, "en büyük masonik görev, Evrim'i insanlar arasında yaymak"tır.
Ancak kuşkusuz bu "büyük masonik görev", yalnızca Evrim inancını insanlar arasında yaymakla sınırlı kalamaz. Bir de bu teorinin "ispatlanması" gerekmektedir. Çünkü insanlara, yalnızca, "siz Evrim sonucu oluştunuz, sizi Allah yaratmadı" demek yetmez, bir de bu konuda bazı "delil"ler öne sürmek lazımdır.
İşte Evrim Teorisi'nin en büyük çıkmazlarından biri buradadır: Çünkü Evrim Teorisi'ni destekleyecek somut deliller bir türlü bulanamamıştır ve bulunamamaktadır. Güneş balçıkla sıvanamamakta, tarihin en büyük yalanlarından biri olan Evrim, hiçbir şekilde ispatlanamamaktadır. Yapılan bütün araştırmalara ve harcanan büyük paralara rağmen Evrim Teorisi'ni destekleyecek bulgular bir türlü ortaya çıkmamaktadır. Oysa, eğer Evrim diye bir şey gerçekleşmiş olsaydı, binlerce hatta belki milyonlarca delilin bulunmuş olması gerekirdi.
Bilindiği gibi Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık uzun bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olduğunu söyler. Buna göre, ilkel canlıdan karmaşık olana geçiş uzun bir zamanı kapsar ve kademe kademe ilerler. Bu iddianın doğal mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara-geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olmasını gerektirir. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara-geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir. 
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, fosil kayıtlarında bunların kalıntılarına da rastlanması gerekir. Çünkü bu teze göre, ara geçiş formlarının sayısının, bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara-geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Dahası, evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aramaktadırlar. Oysa, neredeyse bir buçuk asırdır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur. 
Aslında Darwin de bu ara geçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat yine de en büyük beklentisi aranan ara geçiş formlarının gelecekte bulunmasıydı. Ancak bu ümitli bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı: 
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.8
Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- tek bir ara geçiş formuna dahi rastlanamadı.

YERYÜZÜNDE HAYAT ANİDEN VE ÇOK ÇEŞİTLİ BİÇİMLERDE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

YERYÜZÜNDE HAYAT ANİDEN VE ÇOK ÇEŞİTLİ BİÇİMLERDE ORTAYA ÇIKMIŞTIR
Fosil kayıtları az önce belirttiğimiz gibi evrim teorisinin iddialarını destekleyecek hiç bir delil sunmazlar. Aksine yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 500 milyon yıl yaşında olduğu söylenen "kambriyen" tabakadır.
Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar ise, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, deniztarakları, salyangozlar, trilobitler, süngerler, brachiopodlar, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, deniz hıyarları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları, ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Kompleks yaratıklardan meydana gelen bu geniş canlı mozaiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır, ki bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin evrimci editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.9 

Bir Trilobit fosili. Trilobit, diğer birçok canlı gibi Kambriyen Devri'nin başlangıcında ortaya çıkmıştır. Günümüz böceklerindeki petek gözlere sahiptir. Yalnızca Trilobit'in değil, Kambriyen Devri'nde ortaya çıkan ve bugün de yaşamını sürdüren hayvanların atası sayılabilecek herhangi bir forma hiçbir zaman rastlanmamıştır.
Canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire binlerce hayvan çeşidiyle dolup taştığı ve hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Bu sebeple evrimci kaynaklar, Kambriyen Devri'nin öncesine, içinde hayatın başlangıcının oluştuğu ve "bilinmeyenin gerçekleştiği" 20 milyon yıllık hayali bir dönem koyarlar. Bu dönem "evrimsel boşluk" olarak adlandırılır. Ancak bugüne kadar hiç kimse, bu evrimsel boşluğun ne olduğunu açıklayamamıştır.
İngiliz bir biyolog ve inatçı bir evrimci olan Richard Dawkins bu konuda şunları söylemektedir:
...600 milyon yıllık Kambriyen katmanları (evrimciler bugün Kambriyen'ın başlangıcını 530 milyon yıl öncesi olarak kabul ediyorlar), başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Tabii ki, bu ani ortaya çıkış, yaradılışçıları oldukça memnun ediyor.101984 yılında, Çin'in Yunnan bölgesinin güney bölümündeki Cheng jiang'da, büyük miktarlarda kompleks omurgasız keşfedildi. Bunların arasında bulunan ve şu an soylarının tükendiği bilinen trilobitler en azından bugünkü varolan omurgasızlar kadar kompleks yapılıydılar. 

320 milyon yıllık hamam böceği fosili. (National Geographic, Ocak 1981)
İsveçli evrimci paleontolojist Stefan Bengtson, bu durumu şöyle açıklıyor:
Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı mitine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamındaki ani farklılaşma dönemidir. Darwin'i şaşırtan—ve utandıran—bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır.11
Evet, gerçekten de bu kompleks canlıların hiçbir ataya veya geçiş formuna sahip olmadan aniden ortaya çıkışları bugün de evrimciler için oldukça şaşırtıcı ve can sıkıcıdır, tıpkı 135 yıl önce Darwin'e olduğu gibi. Çünkü evrimciler Darwin'den 135 yıl sonra bile bu esrara bir çözüm bulabilmek konusunda Darwin'den daha öteye gidebilmiş değillerdir.
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bir başka deyişle, canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.
"İşte delil" diye sundukları tüm fosillerin birbiri ardına çürümesi, Evrimcileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır kuşkusuz. Ancak yine de, "belki bir gün çıkar" umuduyla, delil bulma arayışı sürmektedir.
Fakat kurdukları din-dışı dünyayı Evrim Teorisi'ne dayandıran güçlerin "belki" bulunacak bu delilleri beklemeye zamanları yoktur (ki ne kadar beklerlerse beklesinler bulamayacaklardır). Biraz öne de belirttiğimiz gibi, Evrim siyasi hedeflere hizmet eden bir düşüncedir ve bu nedenle de ne şekilde olursa olsun ispatlanmalı ve toplumlara kabul ettirilmelidir! Bu işi için gerektiğinde kirli yöntemler, yani sahtekarlıklar da devreye sokulmalıdır.
Nitekim sokulmuştur. Evrimci çalışmaların tarihi, büyük bilim sahtekarlıkları ile doludur.

ÜRETİLEN SAHTE DELİLLER

ÜRETİLEN SAHTE DELİLLER
Evrim teorisine delil arayanların en çok başvurdukları kaynak fosil kayıtlarıdır. Fosil kayıtları, geçmişte yaşamış canlıların kalıntılarını barındırırlar. Dikkatli ve tarafsız olarak incelendiğinde bu fosil kayıtlarının, evrimcilerin iddialarının aksine evrim teorisini destekledikleri değil, çürüttükleri görülür. Ancak fosillerin genel olarak evrimciler tarafından çarpıtılarak yorumlanmaları ve kamuoyuna da taraflı bir şekilde yansıtılmaları sebebiyle birçok kişi fosil kayıtlarının gerçekten evrim teorisini desteklediğini düşünmektedir.
Fosil kayıtlarındaki bazı bulguların her türlü yoruma açık olması evrimcilerin en çok işlerine gelen noktadır. Bulunan fosiller çoğu zaman sağlıklı bir teşhiste bulunabilmek için yetersizdir. Bunlar eksik ve dağılmış kemik parçalarından oluşur. Bu sebeple, eldeki verileri çarpıtmak ve bunları istenilen doğrultuda malzeme yapmak çok kolaydır. Nitekim evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar (çizim ya da maketler) tamamen spekülatif olarak evrimsel tezleri doğrulayacak biçimde yapılır. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayalgücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir. 
Evrimci araştırmacılar, çoğu kez yalnızca bir diş veya bir çene kemiği parçası ya da ufak bir kol kemiğinden yola çıkarak insan benzeri hayali yaratıklar çizer ve bunu sansasyonel bir biçimde insan evriminin bir halkası olarak kamuoyuna sunarlar. Bu çizimler çoğu insanın zihninde varolan "ilkel insanlar" imajının oluşmasında büyük rol oynamıştır. 
Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan bu çalışmalarla sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar zaman içinde kolayca yokolan yumuşak dokulardır. Bu sebeple yumuşak dokuların spekülatif olarak yorumlanmasıyla, rekonstrüksiyonu yapan kişinin hayal gücünün sınırları içinde herşey mümkündür. Harvard Üniversitesi'nden Earnst A. Hooten bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neanderthal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar... Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.12 Nitekim evrimciler bu konuda o denli rahat davranmaktadırlar ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Örneğin Australopithecus robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon, bunun ünlü bir örneğidir. Aynı fosil, National Geographic dergisinin Eylül 1960 sayısında ve Sunday Times 'ın 5 Nisan 1964 sayısında birbirinden çok farklı resmedilmiştir. Aynı fosilin evrimci Maurice Wilson tarafından yapılan çizimleri ise bunlardan tamamen farklıdır. 
Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını gösteren deliller arasında sayılabilirler. Ancak bunlar, evrim teorisinin tarihinde rastlanan bazı somut sahtekarlıklarla karşılaştırıldıklarında çok masum kalırlar. 
Sahtekarlık olduğu defalarca ortaya çıkmasına rağmen bugün bile evrim taraftarı pekçok kitapta yeralan embriyo çizimlerinin sahibi Ernst Haeckel'ın itirafı, en az yapılan bu sahtekarlıklar kadar çarpıcıdır. Haeckel şöyle der:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.13 
AYNI KAFATASINDAN YOLA ÇIKARAK 
YAPILAN 3 AYRI ÇİZİM


Bu itiraftan da açıkça anlaşıldığı gibi, Evrim, "bilim aşkı" uğruna üzerinde kafa yorulan bir teori değildir. Tam tersine, ne olursa olsun ispatlanmaya çalışılan bir tür inançtır. Gerektiğinde çeşitli sahtekarlıklar kullanılarak, gerektiğinde sahte deliller üreterek, "birileri" mutlaka ve mutlaka bu çürük teoriyi gerçekmiş gibi insanlara kabul ettirmek istemektedir.
Çünkü bu teorinin yanlışlanmasını asla kaldıramazlar. Çünkü bu durumda (eğer ortaya yeni bir safsata daha atmazlarsa), tüm evrenin ve insanın "yaratılmış" olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bu ise, din-dışı dünyanın meşruiyetinin ortadan kalkması anlamına gelir.

SAHTE FOSİL ÜRETME ÇABALARI

Evrim teorisine fosil kayıtlarında hiçbir geçerli delil bulamayan bazı evrimciler, sonunda kendi delillerini kendileri üretme yoluna gittiler. Evrim sahtekarlıkları adı altında ansiklopedilere bile geçen bu çalışmalar, evrim teorisinin zorla ayakta tutulmaya çalışılan bir ideoloji ve hayat felsefesi olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu sahtekarlıkların en ünlülerini aşağıda inceleyeceğiz.


PILTDOWN ADAMI

Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı, insanın evrimine önemli bir delil olarak sunuldu.
Ünlü Amerikan paleoantropoloğu H. F. Osborn da 1935'te British Museum'u ziyaretinde, "doğa sürprizlerle dolu; bu insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş" diyordu.14 1949'da British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme testi olan "flor testi" metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown adamının çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşılmıştı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. 
  
 
Bilim çevrelerini uzun süre meşgul eden bu düzmece fosil, evrim teorisini kanıtlama isteğininin ne denli ileri boyutlara varabileceğini gösteriyordu. 1912 yılında ortaya atılan ve Piltdown adamı olarak tanımlanan fosilin, gerçekte insan kafatasına maymun çenesi monte edilerek meydana getirildiği, ancak 1952 yılında anlaşıldı. 
Sağda, Piltdown Adamı'nın "The Illustrated London News"da yayınlanan hayali çizimi. Solda ise rekonstrüksiyon görülüyor.
Flor metoduna dayanılarak yapılan son kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Orangutana ait çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların, çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.15 Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir maymuna aitti. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyumdikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu:
Dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir? 16

NEBRASKA ADAMI
1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Bu konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başlatılmıştı, bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile "Nebraska adamı" adı verildi. "Bilimsel" ismi de hemen takıldı: "Hesperopithecus Haroldcook II". 
  

Yandaki resim tek bir diş parçasına dayanılarak yapılmıştı. Ancak bu dişin maymun benzeri bir yaratığa veya bir insana değil de, soyu tükenmiş bir domuza ait olduğunun anlaşılması, evrimcileri büyük hayal kırıklığına uğrattı.
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska adamının kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska adamının eşinin, çocuklarının ve tümünün birlikte doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler bu "hayalet adamı" o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çekti.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: "Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan." 17
Sonuçta Hesperopithecus haroldcook II'nin ve "ailesi"nin tüm çizimleri ise alelacele literatürden çıkarıldı.

RAMAPITHECUS
Ramapithecus, evrim teorisinin en büyük ve en uzun süren yanılgılarından birisi olarak kabul edilir. Bu ad, 1932 yılında Hindistan'da bulunan ve insan ile maymun arasında, 14 milyon yıl önce meydana gelen ayrımın ilk basamağı olduğu iddia edilen fosil kayıtlarına verilmişti. Bulunduğu 1932 yılından, tamamen bir hatadan ibaret olduğu anlaşılan 1982 yılına kadar 50 sene boyunca da evrimciler tarafından kesin bir delil olarak kullanıldı.
Ramapithecus'un insan evrimindeki önemi Elwyn Simons'un Time dergisine yazdığı Kasım 1977 tarihli yazıdan da anlaşılmaktaydı. Şöyle diyordu: "Ramapithecus insanın tam bir atası olması için dizayn edilmiş gibidir. Eğer atamız değilse, elimizde kesin hiçbir kanıt yoktur." 18 
  
 
 İlk bulunan Ramapithecus fosili: iki parçadan oluşmuş eksik bir çene. Evrimci çizerler, bu çene parçalarına dayanarak Ramapithecus'u, ailesini ve yaşadığı ortamı üstteki gibi çizmekte hiçbir güçlük çekmemişlerdi.
Ülkemizde de Sevinç Karol ve arkadaşları tarafından hazırlanan ve 1979 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan Modern Biyoloji kitabı da, Ramapithecus'u hemen benimsemişti: Kitapta, hiç tereddüt etmeden, "insanın bilinen en eski atası, Afrika ve Hindistan'da bulunmuş olan çene ve diş fosillerinden tanınan Ramapithecus (kuyruksuz maymun)dur" deniyordu.
Oysa, Dr. Robert Eckhardt tarafından 1972'de Scientific American'da yayınlanan birkaç sayfalık makaleyi okumuş olsalardı, bu kişilerin kendilerinden bu kadar emin konuşmayacakları kesindi. Eckhardt, Dryopithecus (soyu tükenmiş bir goril türü) ile Ramapithecus'un dişlerinde 24 değişik ölçüm yapmıştı. Bu ölçümlerle daha önce şempanzeler arasında yaptığı ölçümleri karşılaştırmıştı. Bu karşılaştırmalara göre, halen yaşamakta olan şempanzelerin dişleri arasındaki fark, Ramapithecus ve Dryopithecus arasındaki farktan daha fazlaydı. Eckhardt vardığı sonucu şöyle özetliyordu:
Eğer Hominid kavramından kastedilen şey, ufak bir yüze ve ufak bir çeneye sahip bir maymun değilse, bu süre içinde (14 milyon yıl önce) herhangi bir insan-maymun arası canlının yaşadığına dair elimizde delil yoktur.19 Bu yeni ara geçiş formunun bir yanılgı olduğunu ve soyu tükenmiş bir orangutandan başka birşey olmadığını ise, Science dergisinde çıkan 1982 tarihli "İnsanlık Bir Atasını Kaybediyor" başlıklı makale şöyle ilan etti:
Harvard Üniversitesi paleoantropologlarından David Pilbeam'a göre bugüne kadar atalarımızdan olduğunu düşündüğümüz bir grup canlı aile ağacımızdan çıkartılıyor. Birçok paleoantropolog, Ramapithecus'ların bizim Afrika maymunlarından hemen ayrılmamızdan sonraki bilinen en eski atalarımız olduğunu söylemekteydi. Ancak bunlar birkaç diş ve çene parçasına dayanıyordu. Pilbeam'a göre büyük çene ve kalın mineyle kaplı dişler insan atalarının özelliklerini taşıyor belki; ancak alt çene kemiğinin pozisyonu, birbirine yakın gözler, damağın şekli gibi daha belirgin özellikler bunun bir orangutan atası olduğunu gösteriyor.20 Piltdown adamı, Nebraska adamı ve Ramapithecus gibi fosiller bize, evrimci bilimadamlarının kendi teorilerini ispatlamak adına zaman zaman açık sahtekarlıklar ya da çarpıtmalar yapmaktan ve bunları kullanmaktan çekinmediklerini göstermektedir.
Bu durumun bilincinde olarak evrim efsanesinin diğer sözde delillerine baktığımızda ise, yine benzer bir durumla karşılaşırız: Ortada, tümüyle gerçek dışı olan bir hikaye ve bu hikayeyi desteklemek için her türlü yola başvurabilecek bir gönüllüler ordusu vardır.